17 Nisan 2013 Çarşamba

MEHTER MARŞI


BU DÖNEMDEN GÜNÜMÜZE İNTİKAL EDEN KURUMLAR


Osmanlı ve Türk şekercilik zenaatında menkıbeleşmiş Hacı Bekir ismi, günümüze kadar şekercilik ekolü olarak devam edegelmiştir.
Kastamonu'nun Araç ilçesinden İstanbul'a gelerek 1777 yılında Bahçekapı'da açtığı küçük şekerci dükkanında, lokum, akide vb. şekerlemeleri bizzat imal edip satmaya başlayan şekerci Bekir Efendi, bugün iki asrı aşan bir maziye sahiptir. Bilahare Hac farizesini yerine getirmesiyle Hacı Bekir olarak anılan Bekir Efendi'nin açtığı ilk dükkan, günümüzde Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercilik A.Ş.'nin Bahçekapı'daki satış yeri olup, İstanbul'da iki asırdan bu yana aynı hizmeti gören yegane dükkandır. Dünyada bile emsaline zor rastlanan bu özellik İstanbul ve hatta ülkemiz için ayrıca zikre değer. Türkiye'de 16. yy'da başlayan şekerleme imalatında tatlandırıcı olarak bal, pekmez, su bağlayıcı, doku yapıcı olarak un kullanılmakta idi. 18. yy'da sonlarında Avrupa'da kurulan rafinerilerde üretilen şekerin, o günlerin ismiyle "Kelle Şekeri" olarak Türkiye'ye gelmesiyle, şekerci Hacı Bekir, bu şekeri havanlarda dövüp eriterek, gül, tarçın vb. tabii aroma ve boyalarla pişirip akide şekeri imalatını geliştirmiştir. Ayrıca 1811'de Alman bilgini tarafından bulunan nişastayı un yerine kullanarak, şeker ve nişasta terkibi ile bugünkü nefasetteki lokum imalatını gerçekleştirmiştir.

Bizzat kendi eliyle yaptığı imalat ve hassas çalışmalarıyla Türk şekerleme ve lokum çeşitlerini geliştiren Hacı Bekir, 19. yy'da İstanbul Bahçekapı'daki dükkandan aldığı lokumları ülkesine götüren bir İngiliz turist ile, Türk lokumunun Avrupa'da "Turkish Delight" olarak tanınmasına vesile olmuştur.
Bundan böyle Türk lokumu anglo sakson asıllı yabancılar tarafından "Turkish Delight", Fransa ve Balkan'larda da "Lokoum" olarak tanınmış ve uluslararası şekercilik literatürüne girmiştir.
Bundan başka sallama kazanlarda yapılan badem şekeri, haşlanmış bademlerin soyulup havanlarda dövülerek şeker ve şeker şerbeti ile yoğurulup, şekillendirilen çeşitli badem ezmeleri Hacı Bekir'e günümüze kadar intikal eden haklı ilgi ve şöhreti kazandırmıştır. Şekerci Hacı Bekir başarılarıyla, zamanın padişahı tarafından Nişan-ı Ali Osmani'nin 1. Rütbe Nişanı ile sarayın Şekercibaşı'sı olarak taltif ve takdire şayan görülmüştür.
Osmanlı sarayı tarafıdan şekercibaşı olarak taltif edilen Hacı Bekir, saray tarafindan görevlendirilerek, ilk olarak 1873 yılında Avusturya-Macar imparatoru France Joseph himayelerinde Viyana fuarina iştirak etmiş ve fuar komisyonu tarafindan gümüş madalya ile taltif edilmiştir. Bu fuarda batılı ülkelerin marka kullandığinı müşahade eden M.Muhiddin efendi yurda dönüşünde, kazandığı gümüş madalya ile, Osmanlida ilk markayi yapmiştir.
Daha sonra 1888 yılında Prusya kraliçesi Avusturya –Macaristan imparatoriçesi Agusto himayelerinde ki Köln fuarina katilan şekerci Haci Bekir 2.gümüş madalyasını kazanmış ve bu madalya’yı da logosuna ilave etmiştir. Daha sonra Amerika kitasinin keşfinin (1492) 400.yılı nedeniyle (o tarihte de A.B.A. lerinde kriz olduğundan ) 1893 yilinda Chicago kentindeki fuara katilarak, orada lokum imali ve satışını gerçekleştirmiş lokumun A.B.D.’lerine tanıtımını da sağlamış ve 1897 Brüksel fuarına katılmış, altın madalyalar almıştır. Mehmed Muhiddin beyin vefati ile yaşı küçük olan Ali Muhiddin annesi Reşide hanim’ın destek ve yardımıyla müessesede atılımlar yapmıştır. Ali Muhiddin bey’in zamanı müessesenin altın devirleri olmuş, 1906 Fransa – Paris – Nice fuarlarında altin madalyalar kazanılmış Osmanli padişahi şekerci başılık ünvani Ali Muhiddin bey’e de verilmiştir. Ayrıca Mısır Hidivi de 1911 yılında Ali Muhiddin bey’e şekercibaşilik ünvanını tevdi etmiştir. Mısır’da Kahire ve İskenderiye şehirlerinde şubeler açilmiştir.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, ülkemiz sanayiini kuzey Afrika ve Avrupa ülkelerine tanitmak amacıyla büyük Atatürk’ün emirleriyle 1926 yılında Karadeniz gemisiyle tertiplenen ilk yüzer sergiye o tarihte ki sınırlı sanayi ürünleri ile birlikte Haci Bekir’de iştirak etmiş, Akdeniz ve kuzey ülke limanlarinda 90 gün boyunca Türk ürünlerini dünya’ya tanıtmış 1930 yıllarında yine altın madalyalar aldiği Fransa Nice ve Paris fuarlarına 1937 Selanik fuarına ve 1939 yılında A.B.D.’leri Newyork’taki dünya ticaret fuarına iştirak etmiş ve 1965 uluslararası Marsilya, 1971, 2002, 2004 yıllarında Paris, 1985, 2001, 2003, 2006, 2008, 2009 Köln/Almanya, 1986, 2006 Moskova, 1987, 2005, 2006, 2007 yıllarında Londra, 1991 yılında Bakü/Azerbeycan, 2002, 2007 yıllarında Newyork/ A.B.D. lerindeki dünyanin en tanınmış gıda ve şekerleme fuarlarına katılarak, Haci Bekir ve ülkemiz tanıtım misyonunu sürdürmektedir.
Hacı Bekir'i takiben oğlu Mehmet Muhiddin Efendi ve torunu Ali Muhiddin Hacı Bekir'in aynı prensip, istidat ve meslek aşkıyla firmayı devam ettirmeleri Osmanlı Sarayının şekerci başılık payesinin kendilerine de ihsan edilmesiyle takdir ve taltif edilmiştir.
Üç neslin ismini taşıyan Ali Muhiddin Hacı Bekir müessesesi sürecinde İstanbul'da Bahçekapı merkez mağazasına ilave olarak Karaköy, Galata, Tepebaşı, Pangaltı, Çarşıkapı, Beyoğlu, Parmakkapı, Kadıköy satış şubeleri açılmıştır.
Ayrıca Mısır'a götürülen usta ve personel ile Kahire ve İskenderiye şubeleri kurulmuş ve Mısır Hidivi'nin takdir ve taltifleriyle Mısır Sarayı'nca da Şekerbaşı'lık payesi ihsan edilmiştir.
Şekerci Hacı Bekir, halen Türkiye'nin en eski firması olarak faaliyetini sürdürmektedir.
Osmanlı ve Türk toplumu ve folklorumuzun bir parçası olarak örf ve adetlerimize de giren Hacı Bekir, bilhassa zamanın yaşam tarzını belgeleyen roman ve yazılarda da yer almış, 19. asır ve 20. asır başlarındaki İstanbul toplum ve mozaikinin parçaları olan levantenler ve yabancılar tarafından da kaleme alınmış hatta resimlendirilmiştir.
Malta'lı ressam Preziosi fırçasıyla resmedilmiş şekerci Bekir Efendi'nin 43x58 cm ölçüsündeki suluboya resmi (aslı Louvre Müzesinde), zamanın yaşamını ve Hacı Bekir'i belgelemiştir. (Resmin litografik reprodüksiyonu 214 numara ile Topkapı Sarayındadır.)


Şekerci Hacı Bekir, Ali Muhiddin Hacı Bekir'in vefatından sonrası kurulan Ali Muhiddin Hacı Bekir şekercilik Ticaret A.Ş. ve Hacı Bekir San.A.Ş. isimlerindeki iki anonim şirket halinde faaliyetlerini günümüzde de sürdürmektedir.
Amerika, Japonya, Güney Afrika, Mısır, İngiltere ve Fransa'da temsilcilikleri bulunan firma, lokum, tahin helvası, badem ezmesi, akide şekeri, badem şekeri, fıstık şekeri, karamela, draje, çikolata, reçel, jöle v.b. şekerlemeler ile bisküvi, kurabiye, kek, hamur tatlıları imalatı, perakende ve toptan satışları ve ihracat yapmaktadır.
Beşinci nesli idrak eden Hacı Bekir Firması, işçisi, kalfası ve ustalarıyla Türkiye ve ilgilenen yabancılar için ağızlarda tat ve lezzetin ifadesi olmaktan ve nesilden nesile hizmet sunmaktan bahtiyardır.

SOSYAL YAŞAM

Aile hukuku, aile yapısının tarih içindeki evrimi, aile ile ilgili konular ; mutfak çocuk eğitimi , yaşlılık ,gençlik düğün ,doğum ölüm gelenekleri toplumları yakından ilgilendirir. Aile yapısının üniversal boyutları vardır ancak ulusal ve bölgesel yönleri ağır basar ve aile,bir kültürel çevreye ait olmayı yansıtan kurumdur.Bizim ülkemizde bu açıdan Akdeniz ve Ortadoğu ülkeleriyle bir kültürel çevre teşkil eder.
Aile bir toplumun en muhafazakar, az değişen kurumlarından biridir ve şimdi bu asırda değişmektedir.bu değişme sebebiyle yazar “aile” kurumunun bir tarihçinin araştırmalarında konu olması gerektiğini düşünmektedir.Bu nedenle Osmanlı toplumunda aile yapısı üzerine yazdığı makaleleri yeniden ele alıp düzenlemeyi uygun görmüştür.
Yazar kitabında öncelikle Osmanlı ailesinin toplumsal çerçevesini genel hatlarıyla açıklamıştır.Daha sonra Osmanlı hanedanı ailesinin dini ve fiziki ortamları üzerinde durmuştur.Bunların ardından ailenin hukuki temeli ve günlük yaşamı ile ilgili makalelerini bir araya getirmiştir.Son olarak da 19 yy ile birlikte aile yapısında gerçekleşen değişim ve Türkiye’de aile yapısı üzerindeki yansımalara değinerek kitabını sonlandırmıştır.
OSMALI AİLESİNİN TOPLUMSAL ÇERÇEVESİ
“Osmanlı Ailesi” çok geniş içerikli bir kavramdır.Bu kavramın içinde her şeyden önce imparatorluğu yöneten “hanedan” vardır .Osmanlı içindeki hukuki farklılaşmaya rağmen tarihi-kültürel doku, imparatorluğun her dinden halklarını aile yaşamları ile birbirine benzeştiriyordu.Bunda Osmanlı kadar Osmanlı öncesinin de payı vardır.
Osmanlı ailesi yaşadığı mekan bakımından göz atılırsa bu topluluğun halkının birbirinin kefili olduğu göze çarpar.Bu mekanlar köyler veya mahallelerdir.Bu fiziki ortamı oluşturur.Ayrıca üç kuşağın bir arada yaşadığı ,ama aynı zamanda bir hukuki ve mali birim olan “hane” kavramı da önem taşımaktadır.
Günlük yaşam ve üretimde Osmanlı ailesi ,çekirdek ailenin yaşam kalıplarından çok büyük ailenin yaşam ve üretim kalıplarına uymaya meyillidir.Zaten geleneksel köyler ve şehirlerde çekirdek aile ,hayatın sürdürülmesi için uygun bir aile tipi değildir.Ailenin üretimi yıllık tüketim stoklarının hazırlanması ,kırsal alandaki iş bölümü ailenin güvenliğinin sağlanması bakımından üç kuşağın bir arada barınması gerekir.Bu kültür mirasının aktarımı içinde gereklidir.Genellikle hane halklarının ikamet ettiği hane tipleri de birkaç kuşağı barındırmaya müsaittir.Avlu etrafında yer alan odalar veya küçük binalarda geniş aile bireyleri yaşar ;aile içi eğitimde çocukların eğitimi kuşaklar tarafından yerine getirilir.Tüketime yönelik malzeme yiyecek,giyecek ile organik bir bağ içindedir.
Ancak bu yapı İstanbul , Selanik ,İzmir gibi büyük liman şehirlerinde daha değişikti.Çekirdek aile tipi daha yaygındı.Coğrafyaya ,yetiştirilen hayvana ve askeri yapıya göre aşiretler arasında farklılıklar olsa da şehirlerde ve köylerdeki aile tipi dinlere göre farklılık arz etmediği için “Osmanlı ailesi” kavramı altında inceliyoruz .Müslim ve gayrimüslimler arasında önemli yaşam farkı ve aile yapısında akrabalık ilişkilerinde derin ayrılıklar olduğu konusundaki yaygın yanlış kanaattir.Millet sistemi farklı dinden insanların evlilik ve akrabalık kurarak kaynaşmasına manidir ve her halk kendi kampında yaşamıştır ama kültürel etkileşim ve hayatın temel kurumlarındaki ortaklık şaşılacak derecede yüksekti.
AİLENİN DİNİ AİDİYYET ORTAM OLARAK “MİLLET” SİSTEMİ
Osmanlı devleti bir Müslüman devletti ve son İslam imparatorluğu olma vasfını taşımaktadır.Gayrimüslimler bu imparatorluk altında himaye altındadır.
Kılık kıyafet ayrımı ve ayrı mahallelerde oturma zorunlulukları gayrimüslimlerde benimsemişlerdir.Gayrimüslim halk için Müslümanlara karışmama ,dini bu yolla

devam ettirme söz konusudur .Bu nokta önemlidir zira Osmanlıdaki millet biçiminde teşkilatlanma ve ferdin bu kesimdeki aidiyeti
Modern dünyadaki azınlık statüsü ve psikolojisinden hem objektif hem de sübjektif esasları itibariyle farklıdır.
“Millet” sözü dini bir aidiyeti ifade eder Osmanlı nizamında fert doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaatin otoritesine bağlı olarak yaşar,ancak ihtida ederse bu kompartımanı değiştirirdi.Millet ulus anlamında bir kavram olmayıp bir içtimai teşkilatlanma ,bir ruh hali ve tabanın birbirine bakışını ifade eder.Cemaatler arasındaki ilişki azdır,çatışma azdır ama gerilim devamlı vardır .Çekişme rekabet eğilimi Osmanlı cemiyetinde son asırdaki uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır.
19. asırda her dinden bir gurup genç imparatorluğun eğitim müesseselerinde bütün diğer insanlarla birlikte eğitilmiş,bürokrasiye girmiş yükselmiş ve Osmanlı seçkinleri içinde yer almışken ;bir gurup bu sürecin dışında kalmış, ulusça akımlar ve çalışmalara katılmış,diğer kalabalık üçüncü grup ise asırlardan beri sürdürdüğü hayatı köylü ve şehirli zanaatkar ve esnaf olarak devam ettirmiştir.

AİLENİN FİZİK ORTAMI : MAHALLE
Osmanlı mahallesi geleneksel kentin bir kesimidir,yani kapalı bir cemaatin yerleşmesi olarak kendini gösterir .Geleneksel yerleşme savunma ve iklim koşullarına karşı koyabilme nedeniyle üst üste inşa edilmiş bitişik nizam binalarından ,serinlik ve havalandırmayı sağlayan dar sokak ve dehlizlerden oluşur .Ama önemli olan iklim ve coğrafyaya göre biçimlenen fiziki doku değildir ,mahalle bir içtimai kültürel biçimdir ve birbirini tanıyan ve birbirlerine kefil olan hanelerden oluşur.bunu önemi ise mahalle ve köy halkının birbirine yabancılaşmış sosyal ve hukuki yönden bağımsız hanelerden oluşmasını önler,birey ailesi gibi yaşadığı mahallenin de bir üyesidir.18yy ve hatta 19 yy başlarında büyük şehirlerin mahallelerinde bile toplumsal sınıflaşmaya göre biçimlenmiş belirli bir mekan farklılaşması yoktur.Dinsel farklılık hariç ,dil ve etnik farklılık önemli değildir , imparatorluğun her sınıf ve her bölgesinden insanlar belirli kurallar ve etiket çerçevesinde yaşarlar .Mahalle mescidi ve kahvehane bir toplantı ve tartışma mahalli olup kamuoyunun oluştuğu merkezlerdir.
Aslında burada üzerinde durulmak istenen konu mahallenin hukuki varlığından çok ;kültürel içtimai bir birim olduğudur.

TOPLUMSAL TABAKALARI İTİBARİYLE OSMANLI AİLESİ
Osmanlı toplumunda yasal olarak kabul edilen ,irsi bir aristokrasi yoktur.Sosyolojik kavramlar çerçevesinde üretici ve denetici veya yönetici ve yönetilen sınıfla mevcuttur.Ortaya çıkan güçlü derebeyi ve ayanlar ise kısa zamanda silinmiştir.Kapalı kastlar veya imtiyazlı sınıfları devam ettiren evlilik düzeni , evlilikle doğan soyluluk imtiyazları veya irsi haklar söz konusu değildir.Devleti yöneten hanedanın evi olan “Harem” ise özgün bir müessesedir.Osman oğulları sülalesinin hakimiyet kalıpları da özgündür.Hanedanın azalığı , evlilik kuralları , padişah çocuklarının ve soyun devamı için geliştirilen usul ve adetler Osman oğulları hanedanına özgün kurallardır.Altı asır boyunca hiç kimse Osman oğulları ailesini uzaklaştırmayı ve tahtlarına gelmeyi düşünmedi , böyle düşünenlerden sırf hükümdarlar değil etraftaki halk da hoşlanmadı.hakimiyet Osman oğullarınındı.
Osmanlılar onaltıncı asırdan sonra doğulu Müslüman hanedanlarla evlilik bağı kurmadılar.Padişah oğulları cariyelerle evlendi , padişah kızları da yabancı veya yerli hanedanlardan olmayan devşirme paşalar veya halktan çıkan rütbe sahipleriyle evlendiler.Osman oğulları ailesinin yaşadığı mekan olan saray hanedan azasının ilişkileri ve Harem-i hümayun halkının , sultanların yaşam ve eğitimi , 19.yy da büyük

gelişme ve değişim geçirdi.Osmanlı sarayı elli yıldan kısa bir süre içinde şaşılacak bir hızla değişen dünyanın diplomasisine ve protokol şartlarına uyum sağlamakta, hanedan mensupları ve saray hizmetlileri bünyesel bir değişiklik geçirmekte ama bu arada klasik Osmanlı saray teşkilatının bazı temel müessese ve ananatı da kendini koruyabilmektedir.
Osmanlı toplumunun seçkin zümresi ilmi gücünden elde etmiş olan ulema aileleridir.ulema sınıfı hiyerarşiye bağlanan bir eğitimden gerçek belli bir bürokratik hiyerarşiye göre terfi etmektedir.17. ve 18. yüzyıllarda ilmiye aileleri gerçekten irsiyet kazanmış hanedanlar haline dönüşmüştür.Osmanlının modernleşmesinde üst sınıf ilmiye üyelerinin daha çok merkezi devlet paralelinde hareket etmeleri de dikkate değer bir konudur. Onlar diğer toprak sahibi nüfuzlu grupla birleşip merkezi devlete uyum sağladıkları görülmüştür.Yine Osmanlı ilmiye sınıfının servet , eğitim ve görgü sahibi bir sınıf olması dolayısıyla bu sınıf kadınlarının da modernleşme hareketlerinde öncü rol üstlenmeleri doğal karşılanmalıdır görüşü yaygındır.
AİLENİN HUKUKİ TEMELİ
Yazar bu bölümde aile hukukunu araştırırken sadece büyük merkezleri değil aynı zamanda eski köy ve aşiret yapısını muhafaza eden diğer küçük yerleşmelerde rastlanan hukuki uygulamaları da dikkate almak gerektiğini anlatmaktadır.Örneğin kız tarafına damat adayının “mehr” adı altında bir para ödediği görülüyor.Bu olay sadece Türkiye’ye yada diğer Arap ve İslam ülkelerine mahsus değildir.evlilikte bu tür para ödemeler veya taraflardan birinin maddi istismarı bütün geleneksel-kırsal toplumlarda rastlanan bir özelliktir.
İslam hukukuna göre mehr’in mutlaka verilmesi gerekir ve İslam hukuku mehr konusunu evlenen kız lehine düzenlemiştir.Ancak toplum yapısının bu gibi düzenlemeleri ne derece kabullendiği tartışılır.imparatorlukta ilk bakışta bölgeden bölgeye, şehirden şehre ;aynı şehirde mahalleden mahalleye farklı renkler ve adetler göze çarpsa da genelde Akdeniz dünyasının binlerce yıllık bir ortak kültür çevrisi olduğu gerçeğinden diyebiliriz.Bu kültürel çevre bir aile tipi ortaya çıkarmıştır.Ancak 150 yıldır metropolleşen ve kentleşen dünyada eski yapılar değişime uğramakta ve aslında bu değişim ülkelerde ve toplumlarda benzerlikler ve paralellikler taşımaktadır.Geçen zaman ve kentleşme Osmanlı toplumunda da aileyi ve ilişkiler sistemini değiştirmiştir.19 yy İstanbul ailesi her ne kadar bu günkü modern aile tipinden farklıysa da aile yapısının temelden değişmeye başladığı açıktır.

 EVLENME
Bir çok geleneksel toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da ayrı dinden gruplar arasında evlenme pek azdı.Geleneksel ailenin yapısı içinde en önemli üye kadındır.Fakat gerek aile içindeki gerekse toplumdaki statüsü , üretim fonksiyonu ile orantılı değildir.Kadının aile ve toplum içindeki konumu çocuklarının sayısı ve yaşlılık ile yükselir.Geleneksel toplumda kadının özgürlüğü söz konusu değildi.yine üretim sürecine kendi özgün kararıyla katılmadığı için bu toplumda erkeğin özgürlüğünden söz etmekte mümkün değildir.Ancak kadının ailenin erkeklerine bağımlılığı ,evlilikten sonrada devam eder ve kırsal kesimdeki kadın; şehirdeki hemcinsinin aksine bir aileden diğerine transfer edilen üretim unsuru konumundadır.
Osmanlı imparatorluğunda şer’i hukukun , özellikle kamusal alanda ve toprak düzenine ilişkin işlemlerde yerini geniş ölçüde örfi hukuka bıraktığını biliyoruz . Bugünkü ayrıma göre özel hukuk alanına giren düzenlemelerin ise şer’i hukuka bırakıldığı fikri yaygınsa da yazar aynı kanaatte değildir.özellikle aileye ilişkin ,evlenme boşanma gibi konularda şer’i hükümlerin dışına çıkıldığı anlaşılmaktadır.

XVII. YÜZYIL MİMARİ

Mimar Sinan’ın bütün bir devre hakim olan üslubu onun ölümünden sonra da uzun zaman etkisini devam ettirmiştir. Sinan’dan sonra onun yanında yetişen kalfalar, mimarbaşı olarak onun geleneğine bağlı kalmışlardır.

18. yüzyıl başında Osmanlı saray ve toplum yapısında gözlenen değişiklikler, Fransa ile ilişkilerin giderek artması ve yeniliklerin daha kolay hazmedildiği bir ortamın oluşmasıyla Sultan III. Ahmet zamanından itibaren yeni bir üslubun doğduğu görülür. 18. yüzyıldaki bu farklı üslup 1703 – 1805 yılları arasında Barok ve Rokoko etkili devir olarak iki dönemde ele alınabilir.


1703 – 1730 yılları arasında III. Ahmet döneminde batı ile ilişkilerin güçlendiği yıllarda Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in dönüşte beraberinde getirdiği saray planları doğrultusunda yapılan ve Fransız saraylarını çağrıştıran Kağıthane’deki Sadabad Kasrı ve çevre düzenlemeleri Patrona Halil İsyanı’nda çıkan yangınla birlikte yok olmuşsa da bu yapıların Fransız etkisinde yapılmış olduğu bilinir.

Topkapı Sarayı’ndaki III. Ahmet Yemiş Odası, bu yılların yaygın eğilimi olan ve natüralist üslupta yapılan çiçek motiflerinin süslemede hiç boş yer bırakmayacak biçimde kullanılışını en iyi veren örnektir. Odanın duvarlarında yer alan vazodan çıkan çiçek buketleri, meyve tabakları, pembe güller, karanfil ve lalelerin hakim olduğu süslemeler natürmort diyebileceğimiz bir karakterdedir ve odanın hiçbiryeri boş kalmayacak biçimde düzenli çerçeveler içinde verilmiştir. Bu çiçek ve meyve motiflerinin ağır bastığı natüralist üslup geçiş safhasıdır. Bu geçiş safhası içinde Osmanlı Türk sanatının klasikleşmiş özellikleri dışarıdan gelen tesirler ile karakterini kaybetmeye ve yeni biçimlere bürünmeye başladığı açıkça bellidir.

18. yüzyılın erken döneminde görülen bir başka eğilim ise çeşme ve sebil yapımına artan yoğun bir ilgidir. Bu gelişme Osmanlı mimarisinde kente, sokağa, dış çevreye yönelik bir yapı anlayışına geçişi ifade eder. Üsküdar ve Bab-ı Hümayun önündeki III. Ahmet meydan çeşmeleri (1728), Azapkapı’da Saliha Sultan (1732) ve Tophane’de I. Mahmut meydan çeşmeleridir.
Mimaride Barok Üslup olarak adlandırılacak değişimlerin ilk gözlendiği yapı 1734 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa Camii’dir. Girişindeki merdivenin yelpaze içiminde açılarak avluya bağlanışıyla kendinden önceki örneklerden farklılık teşkil eder.

1740 – 1755 yılları arasında Simon adında Rum bir kalfa tarafından yapılan Nuruosmaniye Külliyesi’nde görülen yeni özellikler bu yapının barok olarak nitelendirilmesini sağlar. Atnalı biçiminde şadırvansız avlusu bulunur ve bu biçimde düzenlenmiş bir avlu Türk sanatında ilk kez görülmektedir. Daha önceleri sivri biçimli olan taşıyıcı kemerler yerine yarım daire kemerlerin kullanılmış olması, cephelerde zengin profiller, kornişler, “C”, “S” kıvrımları batı etkisinin ürünlerdir.

1763 tarihinde İstanbul’da yapılmış olan Laleli Camii’nde barok özellikler kıvrık hatlar, dalgalı yuvarlak kemerler, pencereler, kubbeyi destekleyen S biçimindeki payandalar gibi ayrıntıda karşımıza çıkar. 1769 tarihli Zeynep Sultan Camii ve 1778 beylerbeyi Camii bu dönemin özelliklerini yansıtan diğer örneklerdir.

Nuruosmaniye Camisi ile aynı tarihlerde Batı Anadolu’da yapılmış olan Aydın’daki Cihanoğlu Camisi (1756) şadırvanındaki kubbesi ve tromplarında “C” ve “S” kıvrımları, meyve kaseleri, girlandlar, kartuşlar Batı barok tarzında işlenmiştir.

ŞİİR

Türk edebiyatı, 18. yüzyılda da gelişimini sürdürmüş, gerek nazım gerekse düz yazıda büyük sanatçılar yetiştirmiştir. Ancak, bu yüzyılın edebi gelişmelerine asıl damgasını vuran, "mahallileşme cereyanı" denilen yerlileşme olayıdır. Önceki yüzyıllarda güçsüz şairlerin çabalarında kendini gösteren Türkçeye dönüş istekleri, bu dönemde güçlü şairlerin katılmasıyla bir Yerlileşme Akımı'na dönüşebilmiştir. Lâle Devri (1718-1730)'nin zevk ve eğlence dünyasından edebiyata yansıyan yaşantılar da bu gelişmeyi hızlandırmıştır.                                                                  
                                                 Erişti Nevbahar Eyyamı
 
Erişti nevbahar eyyamı, açıldı gül-i gülşen
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen
          Çemenler döndü ruy-i yare, reng-i lale vü gülden
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen

Açıldı, dilberin ruhsarı gibi leleler, güller
        Yakıştı zülf-ü huban veş zemine saçlı sümbüller
   Nevasaz olmada bin şevk ile aşufte bülbüller
                   Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen
                   
                                                              


BERCESTE
Bakıp o şûh ile nâz û niyâza meşk ederiz
Gülün tebessümüne bülbülün terânesine
........
Bir şeker hândeyle bezm-i şevkâ câm ettin beni
Nîm sun peymâneyi sâkî tamam ettin beni
........
Ayağın sakınarak basma aman sultânım
Dökülen mey kırılan şişe-î rîndân olsun
........
Yetmez mi sana bister ü bâlin kucağım
Serd oldu hava çıkma koyundan kuzucağım
........
Pek istedi efendimi iydin üçüncü gün
Lütfeyle gel Nedimi'ne kurbânın olduğum
........
Ben dedikçe böyle kim kıldı Nedîm'i nâ-tüvân
Gösterir engüşt ile meclisdeki minâ seni
........
Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden
Lâlin öpdürtmek bu haletle mûhal olmuş sana
........
Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
Bir perî-sûret görünmüş bir hayal olmuş sana
........
Düşmen ne denlü sahd ise de şâd ol ey Nedim
Seng üzre gösterir zer-î kâmil ayarını
........
Ey Nedim ey bülbül-ü şeydâ niçin böyle hâmûşsun
Sende evvel çok nevâlar güft ü gûlar var idi
Yazar : Nedim

RUBAİ
Sâkî nigehin tamam kâr etdi bana
Hayretle cihan yüzünü târ etdi bana
Cahbâya bahane bulma vallah billâh
Nitdiyse o çeşm-i pür-humâr etdi bana

Rakkas bu hâlet senin oynunda mıdır
Aşıkların günâhı boynunda mıdır
Doymam şeb-i vaslına şeb-i ruze gibi
Ey sim-beden sabah koynunda mıdır
Yazar : Nedim



MİNYATÜR

Osmanlı minyatur sanatının son parlak dönemi 18. yüzyılın ilk yarısına rastlar. Bu dönemin hükümdarı Sultan 3.Ahmed gerçek bir sanat koruyucusudur. Kendisi de şair ve iyi bir hattat olan Sultan, kitap ve minyatür sanatına büyük bir ilgi göstermiştir. Veziri İbrahim Paşa da kendisi gibi eğlence ve sanata düşkündü Osmanlı tarihinde “Lale Devri” diye anılan bu dönemde (1718-1730) gerçek anlamda Batılılaşma hareketleri başlatılmıştır. Diplomatik ilişkiler sonucu özellikle Fransız saray yaşantısına karşı duyulan özentinin yankıları, mimari ve diğer sanat kollarında az veya çok olarak görülür. 1727 yılında Sait Mehmed Efendi tarafından ilk Türk matbaasının kurulması, elçilikler aracılığıyla gelen yabancı ressamların çalışmaları ve sıkı diplomatik ilişkiler Batı sanatına olan ilginin, artmasına neden olmuştur. Bu verimli sanat ortamı içerisinde minyatür sanatı da önemli gelişme göstermiştir.

18. yy'ın ilk yarısı Osmanlı minyatürünün ikinci ve en parlak dönemi sayılabilir. Dönemin hükümdarı III. Ahmet gerçek bir sanat koruyucusudur. Kendisi de şair ve iyi bir hattat olan Sultan kitap ve minyatür sanatına büyük ilgi göstermiştir. Osmanlı tarihinde Lale Devri olarak anılan bu dönemde (1718-30) gerçek anlamda Batılılaşma hareketleri başlamıştır. Bu dönemde minyatür sanatı önemli bir gelişme göstermiştir. Dönemin en önemli nakkaşı Levni'dir. Asıl adı, Abdülcelil Çelebi'dir (Edirne- İstanbul,1732). II. Mustafa döneminde (1695-1703) Edirne'de nakkaşlık yaptı. Renkli ve renkle ilgili anlamına gelen Levni adı kendisine sonradan verildi. Çelebi unvanı onun okumuş, zarif, saygın bir kişi olduğunu göstermektedir. Levni'nin İstanbul'a III.Ahmet ile geldiği ileri sürülmektedir. İstanbul'da bir nakkaşın yanına girdi. Minyatürün yanı sıra musiki dersleri de aldı. Diploma aldıktan sonra saray atölyelerinde çalıştı ve hayatının sonuna dek Lale Devri'nin en önemli ve yetenekli saray nakkaşı oldu. Aynı zamanda halk şairi de olan Levni'nin 20 kadar şiiri olduğu bilinmektedir. Levni 'Atalar Sözü Destanı' adlı kitabında yalın bir dil kullanmıştır. Bu öğüt destanla her kesime seslenmeyi amaçlamıştır. III.Ahmet için de kasideler yazan Levni vefat ettiğinde Otlakçılar Camii yakınlarına gömülmüştür. Ancak sonraları açılan yollar nedeniyle mezarı kaybolmuştur. Levni'nin ilk büyük eseri Dimitri Kantemi'nin Osmanlı Tarihi'ni anlatan kitabı için II.Mahmut'a kadar 22 padişaha ait portreleridir. Bu resimlerin orijinalleri günümüze gelmediği için kitaptaki gravürlerinden bilgi edinilebilmektedir. Bu portrelerde padişahlar otururken gösterilmiştir. Levni'nin diğer önemli eserleri padişah portrelerinin yer aldığı Silsilename, sünnet düğününü anlatan Surname-i Vehbi'deki minyatürler ve tek tek sayfalar olan murakkalardır.

AVRUPA MODASININ GÜNLÜK YAŞAMA ETKİLERİ

18.yy da Avrupa’da yasanan değisim hareketleri Osmanlı ekonomisini de etkilemis ve
zamanla Osmanlı toprakları yabancılar için açık bir pazar haline gelmistir.          

18. ve 19.yüzyıllarda yasanan sosyal olaylar Osmanlı giyim anlayısını önemli ölçüde etkilemistir. 18.
yüzyılda Tanzimatın ilanı ile halk serbest ve sosyal yasama eğilim göstermistir.

Kadına
verilen haklar, Osmanlı kadın giyiminde önemli değisikliklere yol açmıstır.

19. yüzyılda
Mesrutiyetin ilanı ile Osmanlı’da Avrupa modasının etkisi görülmeye baslanmıstır.
18. yüzyıl kıyafetleri çok süslü ve kullanıssızdır.

Jakar dokuma tezgâhlarının ve sentetik boyaların üretime baslamasıyla renk ve desenlerde önemli bir artıs olmus ve dönemin
giyimini zenginlestirmistir.

Lale devrinde kadınların sosyal yasantılarında olan değisiklikler giyinme ve süslenme anlayısını etkilemis, kadınlar genellikle üç etekli, sim sırma islemeli elbiseler giymislerdir.

18. yüzyılda kadınların iç elbiseleri, saten veya altın islemeli brokar kumastan, önü açık, ilik ve
ğmeli yapılmıstır. Elbiselerin kolları bileklerde daralmaktadır.

Belin altından beli sıkmadan
bağlanan, üzeri islemeli kadife, saten, deri veya kasmirden yapılmıs bir kusak vardır.

Kalçayı, belin biraz asağısından dolanarak saran kusağın ilgi çekici olmasına özen gösterilmis ve önem verilmistir.

XVII. YÜZYIL MÜZİK

Bu dönemde Pythagorasçı görüşler zaman zaman yeniden öne çıktı. Johannes Kepler müzikle gök cisimlerinin hareketi arasında bağlantı kurma çabasıyla kürelerin uyumu düşüncesini sürdürdü. Müziğin temelde matematiksel olduğunu düşünen Descartes şaşmaz bir Platoncuydu. Müziğin imgesel ve uyarıcı olmaması, dolayısıyla da ahlak dışı etkiler yapmaması için ılımlı ritimler ve yalın melodiler öneriyordu. Leibniz’e göre müziğin evrensel bir ritmi vardı ve temelinde matematiksel olan bir gerçekliği yansıtıyordu. Kant ise kendi sanat sıralamasında müziği en alt basamağa yerleştirmişti. Müziği haz açısından yararlı buluyor, önemli bir kültürel işlev gördüğüne inanıyordu. Sözsüz biçimiyle güvenilmez olan müziğin, şiirle birleşince kavramsal bir değere ulaşabildiğini belirtti. Hegel’de dinsel konuları ele alsa bile müziğin felsefeye bağlı olması gerektiğini söylüyor, duygulardaki bir çok ince ayrımı iletebilme gücünü kabul ediyordu. O da öznel ve belirsiz olduğu için sözsüz müziğe değer vermedi; ses müziğini çalgı müziğine yeğledi. Müziğin özünü ritmin oluşturduğunu ve insan benliğinde bunun bir karşılığı olduğunu öne sürdü. Hegel’in görüşlerinde özgün olan yan, müziğin öbür sanatların tersine uzayda bağımsız bir yer kaplamadığını, dolayısıyla da “nesnel” olmadığını ifade etmesiydi.

DİPLOMATİK YENİLİKLER

 
      Osmanlı toplum düzeni ve barışı Kanuni’nin son yıllarından itibaren bozulmaya başlamıştır. 1554’lerden itibaren taşra yönetimiyle ilgili olan dirliklerin büyük bir bölümünü ele geçiren kapıkullarının, merkezden bağımsız olarak çiftlik ve malikâneler kurmaları, resmi hüviyet sahibi yeni tip köy zenginini ortaya çıkarmıştır. Bu gelişmelerden sonra tımarlı sipahilerin büyük bölümü dirliklerini kaybetmiş ve işsiz kalmıştır.
             Bu gelişmeler sonucunda köylü, geçim sıkıntısı içine düşmüş, elindeki toprağı azalmıştır. Borcunu ödeyemediğinden kendi topraklarında ücretle çalışır duruma gelen köylü, toprağını terk edip göç etmek zorunda kalmıştır.
             Dirlik sisteminin bozulmasından sonra Osmanlı toplumunu derinden etkileyen önemli bir faktörde Coğrafi keşiflerdir. Coğrafi Keşifler sonucunda Avrupa’ya getirilen gümüşün kaçak yollardan Osmanlı topraklarına girmesiyle, paranın değeri düşmüş ve fiyatlar %200’lere varan artışlar göstermiştir. Bunun sonucu olarak halk geçim sıkıntısı içerisine düşmüştür.
             İşsiz kalan halk eşkıyalık yaparak Anadolu’daki isyanlara katılmıştır. !7. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden Celali İsyanları halkı önemli ölçüde etkilemiştir.
             Bu olumsuzluklara karşı devlet, köylünün mülkünü gasledenlere karşı mücadele ettiyse de tam başarılı olamamıştır.

OSMANLI'DA MATBAA

Matbaanın Osmanlı Devleti’nde kullanılması 18. yüzyılda gerçekleşmiştir. Ancak Osmanlı Devleti'nde yaşayan Musevi ve Ermeni azınlıklar daha önce matbaayı kullanarak kendi dillerinde kitaplar basmışlardır.
Osmanlı Devleti, Lale Devri’nde Batı’nın ilerleyişini takip etmek için Avrupa ülkelerine elçilikler açmış ve konsoloslar atamıştır. Bunlardan biri olan ve Fransa’ya elçi olarak atanan 28 Mehmet Çelebi'den, Fransa'nın uygarlık, eğitim, askerî alandaki gelişmeleri takip ederek rapor etmesi istenmiştir. 28 Mehmet Çelebi'nin oğlu olan Said Mehmet Efendi, gelişmenin eğitimden kaynaklandığına ve bunun için matbaanın gerekli olduğuna inanmıştır.
Osmanlı Devleti'nde Türk matbaacılığının ortaya çıkmasında önemli şahsiyetlerden biri İbrahim Müteferrika’dır. 1719 yılından itibaren matbaacılıkla ilgilenen İbrahim Müteferrika,  1726 yılında Matbaanın Gerekleri adlı bir dilekçeyle dönemin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile şeyhülislama başvurdu. Ancak sadece din dışı kitapların basımı için izin alabildi. 1727 yılında da Sait Efendi ile birlikte ilk Osmanlı matbaasını kurdu.

Matbaanın Osmanlı Devleti’ne geç gelmesinin nedenleri;1.Dinî tutuculuk,
2. Teknik nedenler,
3. Toplumun hazır olmaması,
4. Hattatlık mesleğinin yaygın ve geleneksel bir uğraş olarak etkin olmasıdır.

XVII. YÜZYIL OSMANLI TEKNOLOJİSİ

Osmanlılarda teknolojik gelişim 15. yüzyıl başından 16. yüzyıl sonuna kadar önemli bir
gelişme göstermiş, ancak daha sonraları durmuş ve gerilemiştir. Ortaçağ islâm Uygarlığının
zengin mirasına sahip olan Osmanlılar, kuruluşlarının ilk yüzyıllarında Avrupa’dan geride
değillerdi. Ekonomik durumları iyi idi, güçlü bir orduya sahiptiler ve savaşlardan galip
çıkıyorlardı. Bu dönemde Osmanlıların Avrupa bilimine ve teknolojisine ihtiyacı
olmadığından ona ilgi göstermediler. Ancak bu tavır, Rönesans’ın öneminin anlaşılamamasına
ve 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da bilim, teknoloji ve sanayi alanlarında kaydedilen büyük
gelişmelerin değerlendirilememesine sebep oldu. Batı Dünyası’nda uygarlık ve kültür büyük
atılımlar yaparken, Osmanlı toplumu geri ve az gelişmiş bir toplum durumuna düştü.
18. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa sanayide ve teknolojide ilerlemeye başlamış ve
Avrupa’ya ayak uydurmaya çalışmak artık çok zor hale gelmiştir. 19. yüzyılda ise Avrupa
sanayi devrimi Osmanlı Đmparatorluğu’nu olumsuz yönde etkilemiştir.3
III. Selim zamanında 1805’de Beykoz’da Avrupa örnekli bir kumaş fabrikası kurulmuş
ancak 1836’da bu fabrika kullanılamaz hale gelmiştir. 1815’lerden sonra, Avrupa imalatı
mallar giderek çoğalmış ve Osmanlı maliyesini de etkilemiştir. 1840’larda da Osmanlıların
kapsamlı ve masraflı sanayi hamleleri de başarısız kalmıştır.4
1841-1853 yılları arasında bir çok sınai tesis kurulmuştur. Bunlar içerisinde iplik ve
kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demir izabe (ergitme) ve döküm fırını ve atölye
birimleri, çeşitli ihtiyaç maddeleri imalathaneleri ve gerekli personeli yetiştirmek üzere teknik
okullar gibi birimler bulunmaktadır. Ancak, bütün bunların kuruluşu ve bakımı Avrupa
elemanlarının desteği ile mümkün olabilmekteydi. Ne var ki, bu teşebbüs büyük ölçüde
başarısız kaldı.

LALE DEVRİ ISLAHATLARI VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ

1. Lale Devri’nin en önemli yeniliklerinden biri 1727 yılında Osmanlı Devleti’ndeki ilk Türk Matbaası kurulmuş olmasıdır.

2 .Lale Devri’nde matbaanın kurulması yanında yaşanan bir diğer bilimsel gelişme de bir Tercüme Heyeti’nin kurulmuş olmasıdır.

3. Lale Devri’nde Osmanlı Devleti adına görülen en önemli gelişmelerden birisi de çeşitli Avrupa devletlerinde geçici olarak elçiliklerin açılması ve bu ülkelere ilk olarak eğitim için öğrencilerin gönderilmesi olmuştur.

4 . Bu dönemde Avrupa’da Türk tarzı moda olurken, Osmanlı süsleme sanatlarında ve diğer sanat alanlarında da Avrupalı motifler Osmanlı sanatının dağarcığına girmiştir.

5. Bu dönemde seramik ve çinicilikte de gelişme yaşanmıştır. İznik’te kalan birkaç ustanın İstanbul’a getirilmesi ve Tekfur Sarayı’nda yeni bir üretim merkezinin faaliyete geçmesiyle canlandırılmaya çalışılan bu sanat sarayda klasik tasarım ve teknikler uygulanarak yapılan çini üretimi sayesinde tekrar canlanmıştır.

6 .Lale Devri’nde sanat alanında görülen en önemli kişi Levni’dir. Asıl adı Abdülcelil Çelebi olan Levni bu devrin en büyük nakkaşıdır.

7. Lale Devri’nde edebiyatta göze çarpan isim ise devrin en büyük şairi olan Nedim’dir. Özellikle Lale Devri’nin Divan Edebiyatı’na getirdiği hava en olgun biçimiyle kendisini Nedim’in şiirlerinde göstermektedir.

8. Bir eğlence devri olarak da telaffuz edilen Lale Devri, buna bağlı olarak da müziğin de geliştiği bir devirdir. Nitekim bu devrin yaşama sevincini şiirde nasıl Nedim temsil ediyorsa musikide de Mustafa Çavuş temsil eder.

9. 1727’de Üsküdar’da açılan ve Avrupa usulü askeri eğitim vermeyi amaçlayan Hendesane bu alanda bir ilk teşkil etmektedir. Fakat bu Hendeshane, yeniçerilerin karşı çıkması ve yakaladıkları öğrencileri öldürmeleri sonucu kapanmıştır ve başarısız fakat ümitli bir deneme olarak kalmıştır.

10. Tekfur Sarayı’nda açılan çini imalathanesinin yanı sıra, hatayi denilen kumaşı dokumaya mahsus kumaş dokuma fabrikasının kurulması ve Yalova’da bir kağıt fabrikasının kurulması ile ilk itfaiye teşkilatı olan Tulumbacı Ocağı’nın kuruluşu da bu devirde meydana gelmiştir.

XVII. YÜZYIL ISLAHATLARININ GENEL ÖZELLİKLERİ

•Osmanlı Devleti Avrupa’nın gerisinde kaldığını anlamış ve Avrupa’yı örnek alarak yenilikler yapmıştır.
•Islahatlar padişah ve devlet adamları tarafından yapılmış halkın ıslahatlar konusunda bir isteği ve desteği olmamıştır.
•Savaşların yenilgiyle sonuçlanması ve toprak kayıplarının devam etmesi  ıslahatların askeri alanda yapılmasına neden olmuştur.
•Islahatlar  gösterilen tepkiler yüzünden (özellikle yeniçerilerin) devamlı olmamıştır.
•XVII. yüzyıl ıslahatlarına göre daha esaslı ıslahatlar yapılmıştır. Ancak ıslahatlarla amaçlanan hedefler gerçekleştirilememiş ve devlet çöküntüden kurtarılamamıştır.